27 Mart 2012 Salı

127 Saat


Sinemaya gitme alışkanlığımızı kaybettiğimizden çoğu vizyon filmini kaçırıyoruz, izlemiyoruz veya geç izliyoruz. Aslına bakılırsa vizyon filmlerini takip etmeye de çalışmıyoruz. Yerli yapımların çoğu (tabi ki çok kaliteli insanların yaptığı, kaliteli insanların oynadığı kaliteli filmler var, aman ha!) vıcık olduğundan ve yabancı yapımların da gişe hasılatı kıracağı yönündeki abartılı haberler ve reklamasyon girişimlerinden sonra o popülist yönelimin içerisine girmek istemiyoruz/giremiyoruz. Açıkçası hiç de merak uyandırmıyorlar üzerimde. Misal; ben Titanic'i hala
izlemedim. O film vizyona girdiği sene kendinden geçen kızlar, filmin konusu, hödösü, bıdısı yapılan tantana yüzünden midemi kaldırmıştı. Edebi filmler veya festival kapsamında ülkeye giren filmleri de üşengeçliğimizden takip edemiyoruz. Yani çok dandik bir sinema takipçisiyiz.  

Dün akşam sinema kanallarından birinde 2010 yapımı bir filme denk geldim, 127 Saat. Film dağcı Aron Ralston'un yaşadığı gerçek bir hayat hikayesinden beyaz perdeye uyarlanmış. Konusu; adamımız Aron'un keklik gibi sekerek kanyonlarda çıktığı keşifte geçirdiği bir kazayı, mahsur kalışını ve buradan çıkma sürecini konu alıyor.



Böyle bahsedince vasat gibi geliyor aslında kulağa, "nasıl olsa bi şekilde çıkmıştır" diyor insan, öyle de. Çıkmış ki kaleme almış adam, sonra da sinemaya uyarlanmış. Buna benzer çok film vardı, Açık Deniz ilk aklıma gelen mesela. Çaresiz, acil kalınan bir durum söz konusu. Ama orada kimse kurtulmadığı gibi, film gerçekten sıkıcıydı, kurgu yok, kan-can yok. Esneye esneye izleyip "pıff bitti" denilecek bir filmdi

Benim bu filmde hoşuma giden ve hatta gerçekten çok fazla hoşuma giden şey flashback olayının çok iyi bir şekilde kurgulanmış olması. Zor ve kritik anlarda, başımız fena halde sıkıştığında, aptal bir hatayla olayları bok etmenin eşiğine geldiğimizde apır sapır şeyler geçer ya insanın gözünün önünden... Veya o aşamaya gelmemize sebep olan şeyleri, o şeyle ilintili başka şeyleri, konuyla alakasız bir şarkıyı geçiririz aklımızdan. Öyle işte, tüm bunları çok güzel yansıtmışlar.




Veya "bi geçsin şu" dediğimiz o zor anlarda, yapacağımız düzgün şeyleri ve tolere edilecek hataları, asla onarılamayacağını düşündüğümüz hatalarımızın aslında ne kadar basit olduğunu düşünürüz. 

"Bi geçsin şu, bak neler yapıyorum. Nasıl mükemmel bir birey oluyorum / nasıl çalışıyorum /nasıl nazik oluyorum / nasıl duyarlı oluyorum / nasıl tedbirli oluyorum.." gibi.

Mehmet bu filmi de durağan bulduğu için beğenmedi, ben çok beğendim. İnsan hem zor koşullarda hayatta kalabilme adına fikir sahibi oluyor (her an herşey gelebilir başımıza), hem hayatta sahip olduklarımızın farkında olmamamıza rağmen aslında ne çok kıymetli olduklarını anlıyor. Küçük detayların aslında ne kadar mühim olduğunu...

Filmde Aron; sıkıştığı derin boşlukta, oraya düşerken onunla beraber düşen bir kayanın kolunu sıkıştırması yüzünden oturarak bile dinlenemiyor. Kolu çıkacak gibi değil, fena ezik. Suyu ve yiyeceği sınırlı. Zaten artis artis gitmiş, kimseye nereye gittiğini haber vermemiş, bir dağcının bulundurması gereken belki en hayati öğelerden biri olan nitelikli bir çakıyı yanına almamış....

Bir sürü hata yaptığını anlıyor. 

Anıları, 'keşke'leri ve pişmanlıklarıyla hayal dünyasında gidip geliyor.

Sonunda kolunu koparıp oradan çıkıyor.

127 saat sonra.

Hayatta pas geçtiğimiz şeylerin farkına varmamızı sağlayacağı için başarılı bulduğum bir film. Böylece yönetmen dağarcığıma bir isim daha kattım, Danny Boyle.

'İzlenmeli' diyorum.

3 yorum:

  1. "Into the wild" filmini getirdi aklima,izlemediyseniz tavsiye ederim.
    http://www.imdb.com/title/tt0758758/

    Ben de bunu ekledim listeme, bakalim ne zaman izleyebilirsem, ben de bir 5 yil geriden geliyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Geriden takip ediyor olmamıza kimse gücenmiyordur sanırım :)

      Into the wild'ın dvd kapağını hatırlıyorum, ama izlememiş olma ihtimalim yüksek, evde biryerlerde keşfedilmeyi bekliyordur o'da...

      Sil
  2. Ben de geçen haftalarda seyrettim, çok hoşuma gitti.

    YanıtlaSil