18 Ekim 2012 Perşembe

Bir fikir..


Murakami'ye takılıp kalmışım. Doğrudur.. bir ara feci takıldım. Sağda solda hakkında yazılanları vs. araştırıp durdum okudum. Kendisinin sıkı bir içici olduğunu, sırf bu yüzden vaktinde eşiyle bir Peter Cat adlı bir bar açtıklarını, ancak çok içtiği ve çalışma aritmetiğini olumsuz etkilediği için bir süre sonra kapattıklarını öğrendim. Ama alkolü çok seviyormuş. Zaten bunu Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu isimli kitabında tahmin etmiştim. Romandaki karakterin viski içme ritüelleri, viski aranmaları, viski stoğu, olur olmadık her vakit bir kadeh buzlu viskisiyle evinde sakince oturması gerektiğini düşünür halleri, yazarın alkolle bir olayı olduğunu belli eder gibiydi.
O viski durumları öyle tatlı kaleme alınmıştı ki hiç sevmediğim halde roman bitene kadar viski içme gereği duymuştum. Sanki bende onunla o anda o viskiyi içmezsem romanı iyi okuyamayacak, hissiyatı kavrayamayacak gibi hissetmiştim kendimi. Bu arada bahsettiğim gibi işlettikleri barın adı Peter Cat. Murakami kedileri de çok seviyor. Zaten bu kedi sevgiside tıpkı viski örneğinde olduğu gibi kitaplarında kendisini gösteriyor. Sahilde Kafka kitabında konuşan kedilerden, kedilerle ilgili ansiklopedik bilgiye varan bir anlatım söz konusu. Zemberekkuşu'nun Güncesi ve Yaban Koyununun İzinde kitaplarında da kedilerin önemli rolleri olduğunu okumuştum..

Bir süre Murakami'nin hangi kitabıyla devam etsem diye düşünürken ve Nehir İda'nın halen favoriler listeme eklediğim bu linkteki kitaplarını gözlerimle koklarken, son okuduğum kitap Sahilde Kafka'da da karşıma çıkan ve zaten son zamanlarda takıntım haline gelmiş olan paralel evrenler konusuna döndüm. Hawking'in birkaç kitabına gözümü diktim, sonra Hawking'in bu konuda neler yazmış olabileceğini az çok kestirdiğimden, başka yazarların başka kitaplarını araştırdım. Almaya karar verdiğim 2 kitabı nadirkitap.com sitesinde bulmuş olmama rağmen, biri izmir'de bir diğeri Ankara'daki iki farklı sahaftan gönderilecek olmasına nedense uyuz oldum ve almaktan vazgeçtim. Arada iki tane Franz Kafka aldım, birini çıtır çıtır okudum, diğerini okuyacakken "tanrım ben napıyorum, atomu parçalamalıyım" tribine girip o kitabı rafa kaldırdım. Okuma alışkanlıklarımın inanılmaz değiştiğinin farkına vardım. Eskiden elime ne geçse okurdum, şimdi o kitabı bitirdikten sonra üzerine uzun süre kafa yorabileceğime dair teminat ister haldeyim. Okuduğumda unutacağım şeyleri okumak istemiyorum. Unutmayacağım derecede etkileyici şeyler olmalı. Duygusallıktan uzak olmalı bir kere. Duygular görecelidir. Yazarlar anlatmak istedikleri duyguyu doğru şekilde tarif edebilirler, bende tam tarif edildiği şekilde anlayabilirim. Ama o duyguya ihtiyacım olmayabilir. Yani o duyguyla hiç işim olmayabilir..? O duygu benim aştığım veya bastırdığım korkularımı açığa çıkaracak bana lüzumsuz melankoli yaşatacak şeyler olabilir! O kitap bana birşey öğretmeli veya öğrenmem için cazip bir fikir vermeli. Inception'daki gibi. 

Aklıma bir fikir sokmalı…


İşte tam o anda tuhaf bir şekilde kendimi internette dizi izlerken buldum. 1 haftadır Fringe izliyorum ve 4. sezon bitmek üzere.

Fringe'i çok fazla öven insan vardı. Olayların gidişatında bilim, teknoloji ve hele paralel evren muhabbeti geçtiğini duyunca sanırım izlemeye yeltendim. Yalnız gelin görün ki izlemeye başladığımda; o diziyi bana övenlerin algıdaki seçiciliklerini, beğenilerini sorgularken buldum kendimi. Çünkü inanılmaz olumsuz eleştiriye açık diyaloglar, rakı masasında karşına alınmayacak karakterler vardı dizide. Yalnız ne vak ki; "e hadi kesin birşey olacak ki millet yarılıyo bu dizi için" diye diye "hadi bi bölüm daha izliyim bari" diye yavaş yavaş kendimi dizinin manyağı halde buldum.

Dizide başlarda sürekli her konuda bir fikri olan, veya "sanırım biri benim araştırmamı ele geçirmiş/benim çalışmamı devam ettirmiş" triplerindeki Walter Bishop ve özellikle hissiiiz, duygusuuuz, despot FBI ajanı Oliva'ya adeta uyuz oluyordum. Bu kadar çıkmaz, kör ve yaratıcılıktan uzak senaryo nasıl yazılabilir diye düşünüyordum. Sonraları senaristler de bunu farketmişler olsa gerek; bölüm başına gelişen olayların haricindeki dizinin ana konusu üzerinde çalışmışlar ki sürükleyici ve sinir bozucu bir hale getirdiler diziyi. Hoşuma giden şey ise; tuhaf absurd olayların bilim sayesinde bir şekilde açıklanabilir veya çözümlenebilir oluşuydu. Bu gerçekti evet, bilime güvenin!

Neticede tamamen kurgudan ibaret, biraz bilimsel gerçeklikte ama çoğunlukla hayal ürünü bir dizi işte.. Ve dizi izlemek, hele hele derinlemesine izlemek tehlikeli. Hele ki 4 bölümde bir "hadi ama canım yuh" durumları var ki, sabahı sabah ettirir, ekşi sözlükte spoiler arattırır.

Ama sevdim, aklıma bir fikir soktu… Hatta birden fazla fikir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder